Hakkari'de Bir Mevsim Amatör İncelemesi
Modern düşünce tarihi eğer rasyonellik merkeze alınıyor ise Aydınlanma Çağı ve onun öncesinde de Descartes’ın açtığı yola dayanmaktadır zira Petrarch ve sonra gelenlerin aksine Descartes merkeze konmuş insan figürünü belki de tamamen ön görmeyerek rasyonelleştirilmiş kişidir çünkü Descartes’ın gerçek çözümlemesi subjektif kanılara ya da sadece insan olmanın ontolojik özüne gönderme yapmaz ancak insallığı ussallaştırır ve insanın düşünen varlık olarak kılar.Bu bakımdan denebilir ki Newton modern fizik ve matematik için ne kadar önemliyse Descartes'ın modern insan yaratımında o kadar önemlidir.
Birey merkezciliğe getirdiği ussal yaklaşım onun ve ardıllarının dünya tasavvurlarında ve çözümlemelerinde bireyi bireyin kavrayışı anlayabiliyor olma hali ile özleştirdiği için de kıymetli bir yol açmıştır.Zaten Aydınlanma Çağının da başlangıcı olarak sayabileceğimiz Bilim Devrimi akıl ve deneyin insan aklının yetersizliğine karşı geliştirdiği bir sistem olduğunu kabullendiği çağdır.Bu damardan beslenerek büyüyen birey ve sürekli gelişim hissi modernizm ruhunu da besleyen önemli ayaklardan biri olmuştur.Zira modernist insan aklın izleğini takip etmekte tereddüt etmez çünkü evrenin akılcılık üzerine çalıştığını ve mekanizmasını çözdüğü şeyin kendi özünü de şekillendirmesi gerektiğine dair bilinci geliştirmiştir.
Bu noktada her şeyin iyiye ve daha doğruya gittiği inancı da önemli bir husustur zira ussal yolu takip eden dünya neredeyse 200 yıl boyunca hem teknik hem sosyal anlamda terakkinin temin edildiği bir dönemdir ve daha önce böyle bir dönem olmamıştır.Bu bağlamda sanatın da etkilenmesi kaçınılmaz ve birey merkezciliğin genel kabul olması zaten tabii seyrin bir neticesidir.Edebiyat,özellikle Batı’da,bireyin iç dünyası çözümlemeye ve onun arzuları ile düşüncelerini dengelemek üzerine bir iç tahlil gibi çalışır çoğu zaman, çünkü realizm ve romantizm yakın dönemlerde çıkmış olsalar da çatı değer olarak tasvirciliği ve birey-merkezciliği alır ve bu bakımdan insanın içindeki dikatomiye atıfta bulunmak için bugün bile bu terimler birbirinin zıttı gibi kullanılır.
Bu bağlamda realizm ile Aydınlanma Çağı ekollerinin genel itibari ile ussallık üzerinden şekillendiğini söylemek ve gücü rasyonel olgularda topladığını belirtmekte fayda görüyorum şayet hayatın abartısız ve tasvirsel tarifi realizmi ve dolaylı olarak modernizmi ifade eder.Bu açıdan denebilir ki büyük anomik durumlara kadar kavramsal ve düşünsel bazda modernist bir çizgide idi (alt ayrışmalara yukarıda açıkladım) ancak büyük kırılmaların yaşandığı dönemler neredeyse akılsallığa yüklenen mananın bozulması ile eş tutulduğu ve dünya toplumlarında genel bir umutsuzluk hali vuku bulduğu için postmodernizme doğru evrildi.
Bu noktada Dadaizm gibi düşünce akımlarını da anmakta fayda var zira postmodernizmin getirdiği subjektif ve yapısökümcü atmosfer önce mevcudun çürütülmesi ve reddedilmesi ile gerçekleşti.Bu anlamda Virginia Woolf gibi Ernest Hemingway gibi isimleri zikretmek mümkündür ve onların eserlerinde modernizmin temel unsuru olan tasviri birey ekseninden ve çoğunlukla onun bilinç süzgecinden okuruz ancak postmodernizmden farklı olarak bu tip roman ve öykülerde soyut kavramlar veya olay örgülerine atıf daha azdır ve genellikle ussal hedef üzerine yani ideali veya olabilecek en iyi hali betimlemek, kanaati iletmek için kullanılır.Bu bağlamda türleri sürekli kırmaları da onları postmodernizmden ayıran bir özelliktir çünkü öncelikle türe inanır ancak onun en iyi formda olmadığına ikna olurlar veya olmuşlardır.
Yani onları genel yapı ve aktarımdan değil üslup ve biçimden rahatsızdırlar ancak postmodernizm yapıyı tümünden reddeder ve mevcut değer yargıları,alışılmış üslüp gibi bir çok kavrama saldırır ve içini boşaltır.Bu noktada Sartre’ın varoluşçuluk fikri incelenebilir şayet ona göre birey kendini inşa etme kapasitesine sahiptir ancak bunun için önce olanı yıkmalı,somuta soyut yaklaşmalı ve kavramın içini, belki de onu soyutlaştırarak ya da anlamından saptırarak, bozmalıdır.
Bu bakımdan postmodernizm modernist anlayıştan ayrılır ve bireyin iç dünyası ve çekişmeleri üzerinden varoluşçuluğu veya yapısökümü zorlar.Borges’in kısa hikayesindeki anlatı bize gerçekliği sorgulatır ve bilinç akışı üzerinden okuyucunun algısını olağanın dışına iter.Belki de bu bağlamda Latin Amerika tipi postmodernizmi ayırmak da önemlidir çünkü soyut öge ve kavramlara daha çok başvurması ile Avrupa tipi postmodernizmden ayrılır ve bizdeki postmodernizm öncüleri olan Ferid Edgü gibi yazarlardan daha soyutsaldır.
Örneğin ‘Hakkari’de Bir Mevsim’ romanındaki kişisel yalnızlık ve bireyin belirsizliği gibi özellikleri ile Avrupai postmodernist öğeler içermesi açısından çağdaşlarına yakındır ancak sonlarına yakın olan hayali olaylar ve yoğun imgelem onu Latin Amerika’ya benzetir.Ayrıca o romanda enteresan bir dikotomi,belki de özellikle, sıklıkla kullanılmıştır ki o da idealizm ve nihilizmdir.
Biri postmodernizme biri ise realizme yakınsar çünkü öğretmen olarak gittiği yerde faydalı olma,işini icra etme işi genel ruh haline ters olan bir biçimde ilerlemeci belirli özellikler veya ön kabuller taşır ancak öteki tarafta öğretmenin adını dahi bilmemiz ve kendisinin yaşadığı kısmı ‘esrik’ ruh hali ondaki total nihilizmi yani postmodernizmi sergiler.Adı yoktur ve görünüşü ile ilgili kanısı bizimle aynı derecede yabancılıktır.Bu bağlamda genel bir ifade ile belirtmek istenirse denebilir ki gerçeklik Aydınlanma’dan realizmin bitimine kadar akılsal ve gerçek erektir ancak postmodernizm gerçeği teklikten alıp birey gözlemlerine yani subjektiviteye ve yapısöküme/tekrar inşaya götürmüştür.
Ali Cevat Ulubaş
Yorumlayan Z'ler Gençlik Platformu Yazarı
Bizi İntagram,Twitter ve Linkedin üzerinden takip edebilirsiniz...
Yorumlar
Yorum Gönder